Sorunlarımdan Nasıl Kurtulurum? – “There is No Spoon”

İki kişi, rüzgârın esintisinde salınan bir bayrağı izlerken, bu basit ama derin manzara karşısında fikir ayrılığına düşerler. Biri “Aslında rüzgâr hareket ediyor” der. Diğeriyse itiraz eder “Hayır rüzgâr değil, bayrak hareket ediyor”. Bu tartışmaya kulak misafiri olan Bilge onlara doğru yürüyüp şöyle der:

“Ne bayrak, ne de rüzgâr hareket ediyor; gerçekte hareket eden, yalnızca zihinlerinizdir!”

İnsan, doğası gereği ben-merkezci bir karaktere sahiptir. Bu egosantrik tavır, insanın evrimsel olarak sahip olduğu bir hayatta kalma mekanizması için gerekli olabilir. Hayata dair alacağımız kararlarda ve eylemlerde ilk odağı kendimizde tutmak, yaşamı sürdürmemizi veya dışa odaklı değil içe odaklı yaşamamızı sağlayacak doğal bir özellik sağlar diyebiliriz. Ama bu durum, bununla sınırlı kalmıyor. Ben-merkezcilik bir karakter özelliği olmaktan ve hayata fayda sağlamaktan çıkıp, insanda kendine-saplantıya neden olduğu ve bir kusura dönüştüğü yere ulaşıyor. Ve böylece gerçeklikle sahici bir bağ kurmamıza engel oluyor.

Zaten insan gerçeğin ne olduğuyla pek az ilgilenir. Gerçeğin ne olduğundan ziyade, gerçeğin bizim beklentilerimizi ve inançlarımızı karşılayıp karşılamadığına bakarız. Çevremizden aldığımız bilgiler, duyduklarımız ve gördüklerimiz üzerinden hayata, evrene ve kendimize dair beklentiler ediniriz.

İstanbul/Bakırköy’de büyüyen bir genç, eğitim ve kariyer hedefleri konusunda belirli beklentilere sahipken, Kars/Digor’un bir köyünde büyüyen bir genç için bu beklentiler bambaşkadır. Bu, beklentilerimizin ve dünya görüşümüzün nasıl da kişisel deneyimlerimizle şekillendiğini gösterir. Aile, arkadaş çevresi, tanıdıklar, hayatta karşımıza “tesadüfen” çıkan durumlar, “duyduklarımız”, “gördüklerimiz”, sosyal medya ve benzeri her şey kendimize, evrene ve hayata dair beklentilerimizi şekillendirir. Ve beklentilerimiz de algımızı şekillendirir.

Eğitim veya teknolojiye erişimi olmayan bir kişi, her gün güneşin doğuşunu ve batışını izleyerek, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü mü yoksa güneşin dünyanın etrafında döndüğünü mü düşünür? Geçmişte, insanlar genellikle güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanırdı, çünkü kendi gözlemlerine dayanarak bu sonuca varırlardı. Bu, egosantrik düşünce biçimimizin, algılarımızı nasıl şekillendirebileceğinin klasik bir örneğidir. Kendimizi her şeyin merkezine koyduğumuzda, tüm evrenin de bizim etrafımızda döndüğüne inanmaya meyilli oluruz.

Dolayısıyla insan, kişisel algısını gerçek sanır. Oysa gerçek, öylece bakılarak algılanacak kadar basit değildir. Algıladığımız, inandığımız ve beklentilerimizle şekillendirdiğimiz anlam dünyası işte bu sebeple kimi zaman, gerçek dünya ile uyuşmaz ve dağılır. Bu dağılma, eğer sonrasında gerçekliği kabullenemezsek, sonsuz bir ıstırap duymamıza neden olur. Mutsuz olmaması, öfkelenmemesi, sıkılmaması, hüzün, yas veya depresyon yaşamaması gerektiği öğretilen modern insan, olumsuz duygularla başa çıkamaz. Mutsuzluk yaşamaması kimseye doğrudan öğretilmese de, modern insanın hayatı sürdürme pratikleri hepimizde mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sandığımız* bir algı oluşturur ve bir noktada acı çekmememiz gerektiğine dair bir inanç ve beklenti sahibi oluruz. Dolayısıyla yaşadığımız acıdan daha fazlası, dağılan anlam dünyası, yıkılan inanç ve karşılanmayan beklentiler nedeniyle süregelen bir ıstıraba dönüşür. Böylece tanrıya, hayata, evrene ve insanlara kinlenebiliriz.

İnandığımız ve öğrendiğimiz haliyle tanrı, sevgi, güven anlayışları bazen beklediğimiz sonuçları vermez. Bu durumdaysa genellikle algılarımızı değil dışarıdaki nedenleri veya kişileri suçlarız. Böyle zamanlarda belki de kendimiz için yapabileceğimiz en iyi şey, algılayış biçimimizi yeniden gözden geçirmek olacaktır. Kendi tarafımıza dönüp, sonuçlarından memnun kalmadığımız meselelerde kendi payımıza bakıp; değiştirebileceğimiz yaklaşımları, kararları ve eylemleri değiştirmeye çalışmak gibi. Saplantılarımızdan ve ben-merkezcilikten mümkün olduğunca sıyrılmak, zihnimizi değiştirmemizi sağlayabilir. O zaman kendine-saplantıdan çıkıp kendimizle ilgilenmeye başlamış oluruz.

Matrix filmindeki “Kaşık yok” (There is no spoon) sahnesi, bu düşünceyi güzel bir şekilde özetler. Neo, bakışlarıyla kaşık eğen bir çocukla karşılaştığında şaşırır, çocuk da ona, “Kaşığı bükmeye çalışma. Bu imkânsız. Sadece gerçeğin farkına varmaya çalış” der ve ekler “Aslında kaşık yok; anlayacaksın ki bükülen kaşık değil, yalnızca sensin”. Bu sahne, algıladığımız dünyanın, gerçekte olduğundan çok farklı olabileceğini hatırlatır. “Kaşık yok” metaforu, bize dışsal faktörler üzerinde değil, kendi içsel dünyamız üzerinde çalışmamız gerektiğini söyler.

Algıladığımız bir hayat ve evren var. Fakat bu her zaman gerçekle uyuşmaz. Bazen çarpık algılarımız, gerçekçi olmayan beklentiler yaratabilir. Kızdığımız, öfkelendiğimiz, hayal kırıklığına uğradığımız ve nihayetinde değiştirmeye çalıştığımız bu hayat ve evren; ne kadar çabalarsak çabalayalım değişmez. Değişmeyecektir de. Çünkü aslında kaşık yok. Yani insanın; hayatın olağan akışını, dünyayı ya da başka kişileri değiştirmeye yetecek gücü yok. Zaten sorunlarımızın çoğu dış dünyayla ilgili değil, bizim beklentilerimiz ve algılarımızla ve dolayısıyla bizim davranışlarımızla ilgilidir. Algılarımız gerçekle uyum içinde olduğu sürece ve beklentilerimizle değil gerçeklikle ilerlediğimiz sürece, kendimize dönebilir ve aslında değiştirebileceğimiz o biricik şeyi değiştirmeyi çabalayabiliriz:

Kendimizi.

—-

*: Arthur Schopenhauer – Mutlu Olma Sanatı