Bir Garip Hikaye

Denize nazır bir gökkuşağı kadar şirin ve heyecan verici bir güne uyanmıştı. Her şey daha berrak ve daha renkliydi. Hiç acele etmedi evden çıkmak için. Tadını çıkararak kahvaltısını yaptı. En sevdiği yemeklerle bezedi sofrasını. Bitince kahvaltısı, giyindi kıyafetini ve çıktı evden. Günlerdir hatta belki de haftalardır bu kadar keyifli olmamıştı. İşe giderken bu kadar neşeli olan insan pek azdır zaten.

Metronun o soğuk ve bunaltıcı havası bile neşesini azaltmaya yetmedi. Plazaya girerken ilk defa güvenlik görevlisine selam verip geçti içeri. Ofise girince kendinden önce gelmiş olan iş arkadaşlarını ilk defa böylesine içtenlikle selamladı “Günaydın!” diye. Daha bilgisayarını yeni açmıştı ki Esra seslendi:
– Neval, müdür bey seni görmek istiyormuş

Hayda! Nereden çıktı şimdi bu çağrı sabah sabah? Her şeyin bu kadar keyifli olduğu bir günde hem de. İçinden “Hayırdır inşallah” diyerek müdürün odasına doğru yola koyuldu.

– Müdür bey beni çağırmışsınız.
– Evet Neval hoşgeldin, geç otur. Bir şey içer misin?
– Teşekkür ederim gerek yok, sağolun.
– Peki madem öyle konuya gireyim. Sen de biliyorsun ki bir süredir yeni proje alamıyoruz. Piyasalar ciddi anlamda kötü durumda ve çoğu firma ilk önce reklam giderlerini kısıyor. Bu durum bizi de sıkıntılı bir sürece soktu ve giderlerimizde kısmaya gitmemiz gerekti. Maalesef önümüzdeki hafta seni işten çıkarmamız gerekiyor. Merak etme, sana referans olacağımız birkaç yer olacak…

Bundan sonrasını boş bakışlarla dinlemeye başladı. İşten çıkarılmak mı? Hem de böyle bir dönemde. Olacak iş değildi. Daha taksidini ödemesi gereken bir sürü borcu vardı. Hem yeni bir işi ne zaman bulacaktı. Ruhu daralmaya başladı. Elleri terliyordu. Birden ayağa kalktı ve odadan dışarı çıktı.

– Neval! Nereye gidiyorsun daha söyleyeceklerim bitmemişti.

Müdürün bundan sonra söyleyecekleri umrunda değildi. Üç kuruş tazminat ödeyip işten çıkaracaklardı işte, başka ne söylecekti ki zaten. Masasından paltosunu aldı ve plazadan dışarı attı kendini.

Sabah neşeyle baktığı gökyüzü şimdi berbat ve rahatsız edici geliyordu ona. Etrafta yürüyen insanlar, trafik ışıkları, arabalar, cafeler hepsi itici geliyordu. Sanki şehir kocaman bir kaostu ve onu yutuyordu. Kaldırıma oturdu, sigara pakedinden bir dal alıp yaktı. Ciğerleri sigarayla buluştukça rahatlayacakmış gibi hissediyordu ama olmadı. Sigara da tatsızdı. Tekdüze bir filmin en sıkıcı sahnesini yaşıyor gibiydi. Huzursuzdu, telaşlıydı. Ne yapacağını düşündükçe daha da kararıyordu sanki gökyüzü.

Ağlamaya başladı. Sessizce, içine içine ağlıyordu. Neden bugün diye soruyordu kendi kendine. Böyle güzel bir günü neden böyle kötü bir haberle tamamlıyordu. Uzun bir süre bir yandan ne yapacağını düşünüp bir yandan da sessizce ağladı.

Neden sonra cebinden telefonunu çıkardı ve banka uygulamasına girdi. Hesap bakiyesinde 500 TL civarı parası vardı. Cebinde de 100TL kadar para vardı. İşyerinin vereceği tazminatı hesapladı hemen. 4600TL civarı. Kafasında neye ne kadar gideceğini hesap ediyordu. bu para onu ancak 2 ay kadar idare ettirirdi. Bu kadar kısa sürede nasıl iş bulacaktı.

Hışımla kalktı oturduğu kaldırımdan. Üstünü başını sildi, saçlarını düzeltti ve sinirli sinirli yürümeye koyuldu yolda. Nefret ediyordu o işyerinden, patronundan, müdüründen. Nefret ediyordu o yapmacık gülüşlü iş arkadaşlarından. “Kına yakın arkamdan!” diye bağırdı yolun ortasında. Etraftakiler dönüp ona bakınca da “Ne bakıyosunuz be?” diye bir daha bağırdı. Hızlıca metroya girdi. Eve gidip bütün gün yatağında ağlamak ve bağırmak istiyordu.

Evden içeri girdiğinde çok yorgun hissediyordu. Sinirlilik ve hüzün onu yıpratmış ve yormuştu. Salona geçip koltuğa uzandı. Telefonundan Instagram’ı açıp muhteşem hayatlar (!) yaşayan insanların story’lerinde gezindi. Ne güzel! Keşke her şey şu sosyal medyada paylaşılan pürüzsüz hayatlar gibi olsa. Dün tanıştığı yakışıklı çocukla çektiği story’ye baktı. Bir de şimdiki halini düşündü. Kim mutsuz veya sinirli bir anını paylaşıyor ki. Sanki hiç yaşanmıyormuş gibi.

Tam kenara koyacakken telefon çalmaya başladı, erkek kardeşi arıyordu. Pek araşmazlardı telefonla. Yine “Hayırdır inşallah” deyip açtı telefonu:

– Alo Serdar
– Abla
– Efendim Serdarcım noldu? Kötü bi şey mi var yoksa?
– Abla babam trafik kazası geçirmiş
– E nolmuş peki hastanede miymiş?
– Abla
– Yahu Serdar cevap versene!
– Ölmüş abla. Babam ölmüş.

Dumur olmuştu. Babasını en son ne zaman gördüğünü düşünmeye çalışıyordu. 2 ay veya 3 ay olmuştu sanırım. Ölmüştü demek. Ne kadar babasını sevmese de kalbinde ufak bir yaralanma vardı sanki. Ölmüştü. Ölüm ne tuhaf şey. Ne kadar hayırsız da olsa babası öldüğünde üzülüyormuş insan demek. Ölüm gerçekten tuhaf şeydi.

***

Avukatın yanından çıktıklarında Serdar Neval’e dönüp:
– Babamın bu kadar kirli çıkı olduğunu biliyo muydun sen? dedi
– Valla ben senden daha çok şaşırdım desem yeridir. Hiç beklemezdim. Adam bize vermediklerini harcamayıp saklamış resmen.
– Öyle cidden

Bir insan babasının ölümüne sevinir mi? Neval sevinmişti. Öyle ki trafik kazası için açılan kamu davası dışında bir dava açmamışlardı bile. Babasının ölümünden onlara kalan mirasla hem Neval hem de Serdar ölene kadar çalışmasalar da kendilerine yetecek paraları vardı artık. Geçen hafta “işten ayrılacaksın ama hiç üzülmeyeceksin” deseler inanmazdı ama şu anda tam da yıllardır hayalini kurduğu bir hayata sahipti.

Serdar’dan ayrılıp evine doğru yola koyuldu. Bir taksi çevirdi. Arabadayken bu parayla ne yapacağının hayallerini kurmaya başladı. Yıllardır ertelediği piyano derslerine başlayabilir, yurtdışına gezmeye gidebilir ve kendine bir ev alabilirdi. Hayat ne kadar da ışıltılıydı şimdi, sanki bir gökkuşağının üstünde süzülüyordu.

Ve olan oldu.

Bindiği taksi yanlış manevra yapıp bir tırın altına girdi. Neval kaza sırasında hayatını kaybetti. Oysa ne kadar da neşeli bir gündü bugün. Ölüm gerçekten tuhaf şeydi.