Caché: Esrarlı Bir Politik-Gerilim

“Bir ırkın başka bir ırkı sömürmesini öngören sistemlerin kurbanı durumundaki insanların sorunudur yabancılaşma, daha üstün olduğunu ileri süren bir uygarlığın başka bir dünyaya bakış, dünyayı yorumlayış formu üzerindeki hoşgörüsüne hedef olan insanların sorunudur yabancılaşma. Entellektüel yabancılaşma burjuva toplumunun bir ürünüdür. İnsan, insana özgü bir dünyanın ideal varolma şartlarını yaratmak imkanını ancak benliğin yeniden ele geçirilmesi ve arındırılması yönünde göstereceği çaba ve özgürlüğün sürdürülmesi için taşıyacağı hassasiyet sayesinde bulacaktır.”
– Frantz Fanon

Uyarı: Bu yazı birçok spoiler içermektedir. Filmi izlemeden okumanız önerilmez!
IMDb sayfası için buraya tıklayın.

Öncelikle itiraf etmem gerekiyor ki film ilk bittiğinde kafamda birçok şey henüz oturmamıştı. Ama bu bende yeni bir olay da sayılmaz. Özellikle izlediğim film klasik olay örgüsüyle işlenmemişse, filmden sonra genelde böyle bir his kaplar beni.

Caché öyle bir film ki, her sahnesi birbirinden etkileyici ve anlamlı. Beyhude çekilmiş tek bir kare dahi yok diyebiliriz. Çekim teknikleri ve açıları da her sahne için ayrı bir anlam ifade ediyor. Sahnelerdeki ve olay akışlarındaki ince detaylar çok önemli olduğu için, filmden bir an dahi kopma yaşarsak bir şeyler kaçıracağımıza emin olabiliyoruz. Filmin başka bir güzel yanı da dikkatli bir izleyicinin bu ince detayları kolay kolay kaçırmayacak olması. Örneğin Kubrick’in ya da Kieslowski’nin filmlerindeki ince detayları ve sembolizmleri anlamak için kimi zaman fazlasıyla kafa yormamız gerekmesine rağmen Haneke bu filmde yormayan bir gizemle süslüyor eserini. Yani film bizi bir yandan sembolizme boğmuyor ama diğer yandan her şeyi de önümüze dökmüyor, ki bu da sanatsal anlatımın bir an bile elden düşmemesini sağlıyor. Bunların yanı sıra altmetindeki doluluk da gözleri kamaştırıyor ve bu güzel sanat eserine başka bir anlam daha katıyor. Karakterlerin simgeledikleri toplumsal öğeler öylesine vurucu ki iyi bir seyircinin bunları fark edememesinin imkanı neredeyse yok.

Bir filmin benim nazarımda en önemli özelliklerinden birisi akıcılığıdır. Nasıl ki bir roman akıcıysa alınan edebi zevk iki katına çıkar, sinemada da bu durum aynen geçerlidir. Bu yönden Caché benden tam not aldı. Filmin başlangıcından itibaren süregelen gerilim, filmden kopmamamızı ve bir sonraki sahnede ne olacağını heyecanla beklememizi sağlıyor. Yani Caché gerçek bir gerilim filmi olarak adlandırılmayı hak ediyor. Bu gerilimi son sahneye kadar sürdüren şey de video kasetleri kimin çektiği sorusu tabi ki. Bu konuyu yazının ileriki kısmına bırakıyorum.

Filmde hakim olan genel gerilimin yanı sıra, Georges ile Majid arasında yaşanan gerilimin altmetni olan Fransa-Cezayir gerilimi de kendini çoğu sahnede gözler önüne seriyor. Aslında buna sırf Fransa-Cezayir gerilimi demek yönetmene hakaret olur, çünkü bir sahnede Georges’un izlediği haberleri takip ettiğimizde, Post-kolonyalist dönemde dahi halen süregelen Afganistan, Filistin vs. gibi gerilimlerin de seyirciye tabiri caizse kör göze parmak sokarcasına gösterildiğini biliyoruz. Dolayısıyla, Haneke’nin bu filmde yer alan politik eleştirisinin, sömürüye maruz kalmış bütün toplumlar adına olduğunu söylemek spekülatif bir okuma olmayacaktır.

Sömürüye uğramış toplumların yaşadıkları zulümler karşısında Modern Batı toplumunun duruşunun iğrençliğini birçok yerde bizlere gösteriyor yönetmen: Paris’te katliamın yaşandığı gün olan 17 Ekim 1961’de köpeği ölen bir kadının hayatındaki tek derdinin bu olması, intihar eden Majid karşısında Georges’un umursamazca duruşu ve sonrasında sinemaya gidişi bunlara örnek gösterilebilir. Ayrıca filmin en çarpıcı sahnelerinden biri olan Georges’un sinemadan çıkış sahnesi, izleyiciye de bir mesaj vermekten geri durmuyor: “Nasıl ki Georges yaşanan zulümler karşısında umursamazca hayatına devam ediyorsa, sen de bu filmden çıkıp gideceksin ve rahat yatağında, dünyanın başka bir yerinde ya da hemen yanı başında yaşanan zulümlere gözlerini yumup uykuya dalacaksın, bu yüzden sen de en az Georges kadar zalimsin ve gaddarsın!”

Filmde, Batı’nın tabiriyle “gelişmemiş toplumlar” olan sömürgeleşmiş toplumların sosyal psikolojisine ve bunun karşıtı olarak Batı insanının vicdansızlığına da şık bir şekilde işaret ediliyor. Batı insanı, sömürgeleştirdiği toplumun insanını devamlı çıkarcı ve düzenbaz olarak görmekte, sözüne inanmamakta ve gözyaşına içi sızlamamakta. Üstüne üstlük, para gibi, insan onurunun yanında zerre değeri olmayan şeylerle ona yaşattığı zulümleri unutturmaya ve silmeye çalışıyor, sömürgeleşmiş toplum bunu reddedince de onu, çığrından çıkmış bir hayvan edasıyla tehdit ediyor. Dahası, henüz hiçbir şey yapmamış bir yavruyken bile ona acımıyor, onun varlığının kendinden uzak olması uğruna ona en aşağılık iftiraları ve kötülükleri yapabiliyor. Tüm bunlara maruz kalan mazlum toplumlarsa ya sosyal bir çöküntüye(depresyona) uğruyor (bkz: Majid’in intiharı) ya da terörize oluyor (bkz: Majid’in oğlunun Georges’u ve eşini taciz ederek rahatsız etmesi). İşte tüm bunları 117 dakikaya sığdıran Haneke, Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maskesi’nin yanına koyulacak bir başucu eseri ortaya koymuş oluyor.

Filmin hiç şüphesiz en merak uyandıran sorularından birisi de video kasetleri gönderenin kim olduğu konusu. Haneke burada da ustalığını konuşturmuş durumda. Bu işi yapabilecek kişi olma ihtimali olan ilk şüphelimiz Majid’ken, Georges Majid’in evine ilk gittiğinde yaşananlar ve sonrasında gelen kasetle birlikte bunun pek de mümkün olmadığını, Majid’in de bir anlamda harap olduğunu görüyoruz. Polis baskınıyla Majid’in evine tekrar geldiğimizde bu sefer de kasetleri gönderenin Majid’in oğlu olabileceği ihtimali üzerinde duruyoruz ki, bu çocuk da filmin sonlarına doğru kasetleri gönderenin kendisi olmadığını söylüyor bizlere. Tam işin içinden çıkılmaz bir hal aldığını düşünürken son sahne olan okuldan dağılan öğrencileri izliyoruz. Burada Majid’in oğlu ile Pierrot’nun samimi bir şekilde konuştuklarını sonra da ayrıldıklarını görüyoruz. Bu ipucunu, filmin daha ilk başındaki “acayip resimleri çizenin bir çocuk olma ihtimali” ve Georges’un evde misafirleri varken kapıya bakmak için dışarı çıktıktan sonra kapıyı kapatmak için döndüğünde kapının ucunda yeni bir video kaset görmesi olayıyla birleştirdiğimizde sorun çözülmüş oluyor. Kasetleri gönderen isim, Georges’un kendi oğlu olan Pierrot. Çekmesine yardımcı olan (ya da çeken) de muhtemelen Majid’in oğlu.

Şimdiye kadar saydıklarımın yanında aslında daha bahsedecek onlarca muhteşem ayrıntı olmasına rağmen ben yorumlamalarımı burada sonlandırıyorum. Gerisini ister tekrar izleyerek kendiniz yakalamaya çalışabilirsiniz, isterseniz de film hakkında yazılmış belki de yüzlerce yazıdan birkaçını daha okuyarak yeni çıkarımlarda bulunabilirsiniz. Sözün özü şu ki, Haneke bu filmiyle sinema tarihine ismini altın harflerle yazmış ve bizlere tekrar tekrar izlenebilecek harika bir politik-gerilim filmi hediye etmiştir. Kendisini hem takdir ediyor, hem de bu hediyesi için kendisine teşekkür ediyoruz.

Bu yazı 30/11/2015’te Uçurum Fikir Sanat’ta yayınlanmıştır.