Kıyamet Saati

27 Şubat, Öğlen 12:27

Genç kadın, uyandığında uykusunu alamadığını fark etti. Bu kadar çok uyumasına rağmen uykusuz kalmak canına tak ediyordu. Bir sinirle kalktı yataktan. Cep telefonunu açıp saate baktı. Yine geç kalmıştı yapması gereken işler için. Takvimde yazılı olan planlara uymak her geçen gün daha da zor geliyordu. “Şu planladıklarımı gelişi güzel silsem de biraz rahatlasam” diye düşündü bir an. Ancak eli gitmedi.

“Bu kadar işimin arasında kendime vakit ayırmaktan iyice uzaklaştım galiba” diye geçirdi içinden. Belki balkonda biraz otursa ve cay içse iyi gelebilirdi. Mutfağa gitti, çaydanlığa su koyup ocağın altını yaktı. Çayın başında beklemek istemediği için salona, oradan da balkona geçti. Güneş iyice yükselmişti ve sert bir rüzgâr esiyordu. Ürperince sandalyenin üzerinde duran hırkayı aldı sırtına. Hırka buz gibiydi ama umursamadı ve giyindi. Güneşe ve bulutlara yöneltti bakışlarını. Biraz olsun başka şeyler düşünmek istiyordu. İçinden geçirdiği kaygıları ve kıvranışları bir kenara atıp rahatça düşünmek. Düşünmek değil belki, daha doğru söylemek gerekirse bir süreliğine kaçmak. Sadece biraz, fazla değil. Fakat olmuyordu.

Uzun zaman önce başından savmayı başardığı, o uykudan önceki uzun düşünüşleri de tekrardan başlamıştı birkaç gündür. Uyumadan önce bir veya iki saat boyunca düşüncelere dalıyordu. Düzensiz ve tam anlaşılmaz halde bir sürü düşünceyle yatakta kıvranıyor, bu şekilde uyuyakalıyordu. İşin daha fenası da uyumadan evvel bir sürü şey düşünmesine rağmen ertesi gün bunları hatırlamaya çalıştığında onca kıvranıştan tek bir satırın bile aklında kalmamasıydı. Herhalde bu yüzden tam alamıyordu uykusunu. Bu da onu daha bir agresif kılıyordu. O eski sıcak kanlı hali, iyiden iyiye gitmişti ve yerini soğuk nevale gibi bir hal almıştı. İnsanlara karşı saygı duymaktan bile yoksun bir haldeydi artık. Birileriyle tartışmak, konuşmak, hatta selamlaşmak bile tam anlamıyla angarya geliyordu. Böyle zamanlarda gizli bir geçit bulup da oradan yürümeyi ve kimseyle karşılaşmamayı ne çok istiyordu. Lakin maalesef ki bunlar çocukça hayallerden ibaretti. Zihnini boşaltmak istemesine rağmen bir türlü kendini durduramıyor ve devamlı böyle küçük meseleleri kafasına takıp duruyordu. Kaldırımda yürürken taşların ortasına basarak yürümeye çalışmak gibi bir şeydi bu aslında. Saçma bir takıntı.

Düşünceler arasında gidip gelirken ocaktaki çaydanlık aklına geldi ve hemen mutfağa gitti. Ocağı kapattı. Bir fincana poşet çay koydu ve fincanı sıcak suyla doldurdu. Tekrar balkona geçti. Çayı balkonun pervazına koydu ve eliyle ceplerini yokladı. Fakat sigara paketini bulamadı. Dün gece bir paket sigara mı bitirmişti yani? Bunun doğru olmamasını umarak salona geçti ve sigara paketini aramaya koyuldu. Televizyon sehpasının üzerindeydi, içi boştu. Bu, uyandığından beri boğazında hissettiği hafif sızıyı açıklıyordu. Neyse dedi içinden, her zamanki gibi yalandan bir öğütle “Bir dahaki sefere bu kadar çok içmeyeceğim” dedi kendi kendine. Sigara izmaritleriyle dolu küllüğe uzanırken gözüne bir kâğıt ilişti. Bir sayfa boyunca yazıyla dolu bir kâğıttı bu. Kendi yazısıydı, ama dün gece böyle bir şey yazdığını hatırlamıyordu. Biraz zihnini yokladı ama ne zaman yazmış olabileceğini kestiremedi. Kâğıdı eline aldı ve koltuğa oturdu. Yazı aceleyle yazılmıştı belli ki; kargacık kurgacıktı, dağınıktı ve yazılanlar zar zor okunuyordu. Ve ne zaman yazdığını hatırlayamasa da bu onun yazısıydı işte. Tüm bu hatırlama çabalarını bir kenara bırakıp “Okurken hatırlarım herhâlde” diye düşündü ve yazıyı okumaya koyuldu.

“Sırnaşık bir gündü sanırım. Tam hatırlamakta güçlük çekiyorum gerçekten. Fakat ayazın ciğerlerimize işlediği ve gökyüzünün inim inim inlediği bir vakit olduğuna eminim. Yorgun düşmüştük meşguliyetlerimizden. Sırtımıza binen yükleri bir bir bırakmamıza rağmen dinmiyordu sızımız bir türlü. Ağlamaklıydık ve gün doğmak bilmiyordu nedense. O vakit, seninle karşı karşıya gelseydik kıyamet kopabilirdi. Karşılaşamadık ve kıyamet de kopmadı.

Uzağımızda yaşananlar bizi üzmüyordu artık. Ya da kendi dertlerimiz o kadar çok yormuştu ki bizi, başkalarını umursamakta zorlanıyorduk. Bilmiyorduk nereye kadar süreceğini bu zorlu yarışın ve kaçmak da bir şekilde imkânsızlaşıyordu.

Buğulu camdan dışarı bakmak kolay diyordum eve geldiğimde. Pencerenin ardından bizim dışımızdaki hayatları kahpece izliyor ve hepsi hakkında hüküm veriyorduk. Bilmiyorduk tam olarak neler yaşandığını. Tam olarak nerede ve ne zaman ve neler yaşandığını. Lakin sürüyordu hayat. Buğulu cam bile bizim bu halimize kızıyordu.

Durup dinlenmek bir lükstü, lükslerden kaçmak ise anın vacibiydi. Yine de kaçmıyorduk lükslerden. Hayatımızın içine işlemişti artık bu kalleşçe hal. Bırakıp gidemiyorduk bir türlü. Durduk. Ağladık. Uzun uzun birbirimizi dinleseydik belki biraz rahatlayacaktık. Ama kibrimiz buna izin vermedi ve o vakit karşılaşamadık senle. Kaldığımız yerden devam ettik hayatımıza. Birbirimize uzaklaştıkça uzaklaştık.

Ne çok düşünmüştük bir zamanlar oysa. Her şeyle, herkesle ilgili söyleyeceğimiz üç beş kelimemiz saklıydı hep. Asla vazgeçmiyorduk. Vazgeçmek ayıp diyorduk. Ayıbın ne demek olduğunu ise bilmiyorduk.

Hava, gitgide sığlaşıyordu, yükselen zamana karşın. Biz düştükçe birileri iyileşiyordu, biliyorduk. Kavgalarımız bizi düşürüyordu birer birer ve düşen her gövde bizim bir parçamızdı belki, ama rahmetlinin ardından çok konuşmamak gerekir diyorduk. Ayıptı.

Sahi, ne diye koşturmuştuk bunca zaman? Cevapsız bir soru olarak beliriyordu bu. Kilitlendiğimiz hedeflere ulaştıkça yenilerini üretiyor, koşuyor koşuyor koşuyorduk.

Cevap bulabilseydik şu kafamızı kurcalayan sorulara, o attığımız bir iki adım, daha sahici olabilirdi. Ama önemsemiyorduk artık attığımız adımların nereye denk geldiğini. Biri sorsa “Umursamaz olur muyuz?” derdik ve başlardık savunmaya. Ama gerçek böyle değildi. Büyük adımlar, daha da büyük adımlar atmak için hınçla koşturuyorduk. Uçurumun kenarına yaklaştığımızı sezemeden koşturuyorduk. Tek yapmamız gereken buymuş gibi koşturuyorduk.

Sen, adını bile bilmediğim kadın, tüm bunları okurken, belki de anlamayacaksın beni. Anlamanı beklemek çok mantıksız olurdu zaten. Kendimizi bile anlayamadığımız şu dünyada, bir başkasını ne kadar anlayabiliriz ki?“

Afalladı. Bunları kime ve niye yazdığını düşünmeye çalıştı fakat bir türlü anlayamadı. İyice zihnini zorlamasına rağmen ne zaman yazdığını dahi hatırlamıyordu. Acaba dün gece değil de daha önce mi yazmıştı? Ama hayır, daha önce yazmış olsaydı, dün akşam mutlaka görürdü, çünkü işte küllüğün orada, öylece duruyordu kâğıt. Öyleyse dün gece yazmıştı, peki neden hatırlamıyordu? Belki de dün gece sarhoştu. Fakat geç saate kadar çalıştığı bardan eve geldiğinde o yorgunlukla içmiş olamazdı. Zaten tek başına içmeyi de hem sevmez hem de beceremezdi. İşten eve geldiğinde eğer yanında bir arkadaşı ya da o gece tanıştığı ve eve davet ettiği bir erkek yoksa, iki üç sigara içer sonra da kendini yatağa atardı. Ama bir dakika, bir paket sigara bitirmişti dün gece, değil mi? Demek ki içki içmiş olabilirdi. Böylesine unutacak kadar içtiğine göre de bir hayli içmiş olması lazımdı. Belki de yalnızdı ve içmek istedi fakat yine eline yüzüne bulaştırdı. Peki niye böyle bir şey yazmış olsundu ki? Hem yazının sonunda bahsettiği kadın kimin nesiydi? Yazıyı okurken, daha gecen hafta ayrıldığı erkek arkadaşına sesleniyor gibi gelmişti fakat yazının sonundaki adını bile bilmediğim kadın ifadesi bu fikrini de ihtimal dışı bırakıyordu. Sanki kendisi değil de bir başkası, hatta bir başka erkek yazmıştı tüm bunları. Ama bu yazı kendi yazısıydı işte. Biraz karmaşık yazılmıştı ancak bunun kendi yazısı olduğuna emindi. Tekrar tekrar düşündü, ihtimalleri tekrar gözden geçirdi. Fakat aklına gelen bütün ihtimaller bir yerde tıkanıp kalıyordu. Ne kadar düşünürse düşünsün “İşte şöyle olmuş” diyebileceği bir sonuca varamıyordu.

Daha yeni uyanmışken bu kadar yoğun düşünmek onu yormuştu. Kâğıdı aldığı yere bıraktı ve çalışma masasının çekmecesine bıraktığını düşündüğü -yani eğer yanlış hatırlamıyorduysa öyle yapmıştı, bu aralar hafızası ona gerçekten oyunlar oynuyordu- sigara paketini almak üzere odasına gitti. Odanın ışığını açar açmaz yerdeki kusmuğu gördü. Bu da dün gece çok fazla içtiğinin bir kanıtıydı işte. Şu anda temizlemekle uğraşmak istemediği için hemen çalışma masasına yöneldi. Paket tam da hatırladığı yerdeydi. Paketi aldı ve tekrar balkona geçti. Sandalyeyi pervaza yaklaştırdı, oturdu ve paketten bir dal sigara çıkarıp ağzına götürdü. Tam sigarayı yakacağı sırada, dün gece olan biten her şey, bir anda gözünün önünde bir film şeridi gibi akmaya başladı.

Ağzında henüz yakmadığı sigarasıyla koşarak tuvalete gitti. Tuvaletteki manzara karşısında ise tüyleri diken diken oldu.

27 Şubat, Sabah 04:54

Birdenbire uyandı genç adam. Daha önce hiç bu kadar ani bir uyanış yaşamamıştı. Genelde uyandığında sümsük sümsük oyalanır dururdu, şu andaysa gayet dinçti. Ayrıca dün gece hayvanlar gibi içmesine rağmen en ufak bir baş ağrısının dahi olmamasına şaşırdı. Fakat bu şaşkınlığı uzun sürmedi çünkü uyandığı yerin bir ev tuvaleti olduğunu fark etti, hem de tanımadığı bir ev tuvaleti. Başını yerden kaldırır kaldırmaz yerdeki kusmuk birikintisini gördü. Nedense bu pislik, hiç midesini bulandırmıyordu ayrıca üzerine de bulaşmamıştı. Yine de ayağa kalkmak için acele etti. Kalkarken yerdeki kırık cam parçaları gözüne ilişti. Hemen bir yerini kesip kesmediğini kontrol etti. Gördüğü kadarıyla vücudunda tek bir çizik bile yoktu.

Enteresan ve anlamsız bir şekilde nefes alamıyormuş gibi hissediyordu fakat bu his nefes darlığı gibi bir şey değildi, ayrıca onda bir rahatsızlık da uyandırmıyordu. Bu ilginçlikler kafasında fır dönerken tuvaletin kapısını açtı ve koridora çıktı.

Kimin eviydi burası? Çok da yabancı gelmemekle birlikte bir türlü hatırlayamıyordu. Muhtemelen dün gece barda tanıştığı ve tavladığı birinin eviydi ve kadının evine gelip sızıvermişti. Evi kolaçan etse evin sahibesini görür ve neden tuvalette uyuduğunu ona sorardı aslında, ama pek de tanımadığı bir kadının evini yani mahremini kurcalamak istemediği için salona geçip biraz oturmaya karar verdi.

Hava bir hayli sıcaktı ve camdan gördüğü kadarıyla güneş batmak üzereydi. Neredeyse bütün gün uyumuş muydu yani? Duvardaki saate baktı: 05:01. Herhalde saat aksam beş falandı. Artık dün gece ne kadar sert içtiyse bütün gün uyuyakalmıştı demek ki. Hem saate bakılırsa evin sahibesi de evde değil, ya işte ya da okulda olmalıydı. Büyük ihtimalle o da dün gece evine getirdiği adamı unutmuş ve işine veya okula geç kaldığı için apar topar hazırlanıp yola koyulmuştu.

Bunları düşünürken salonun git gide ısındığını hissetti ve balkona geçmeye karar verdi. Fakat o da ne? Balkon daha da sıcaktı. Üstündeki hırkayı çıkarıp sandalyenin üzerine koydu. Derin bir nefes almaya çalıştı ama başaramadı. Havanın ciğerlerine dolduğunu hissedemiyordu resmen. “Belki de sigara içmek istiyorumdur da ondandır” diye düşündü ve sigara aramak için salona geri döndü. Televizyon sehpasının üzerindeki sigara paketini gördü. Pakette sadece tek dal kalmıştı. Paketteki sigarayı aldı ve hemen oracıkta yaktı. Sonra bu yaptığının ev sahibesine saygısızlık olabileceğini düşünerek elinde sigarasıyla tekrar balkona geçti. Balkon, bir ekmek fırını kadar sıcaktı. Kışın en sert döneminde olmalarına rağmen bu sıcağın nedeni ne olabilirdi ki? Anlam verememesine rağmen bu acayip durumu umursamamaya çalışarak sigarasından derin bir nefes çekti. İçmeye içiyordu sigarayı ama sanki duman vücuduna girmiyordu. Bir nefes daha çekti, bir nefes daha… Bir türlü hissedemiyordu ciğerlerine dolması gereken dumanı. “Bu ne saçmalık böyle!” diye düşünerek sinirlendi ve sigarayı balkondan aşağı fırlattı. Bu kadar çok saçmalığın artarda gelmesi canını sıkmaya başlamıştı ama yapabileceği bir şey de yoktu.

Hava gitgide ısınıyordu. İyice bunalmaya başladı. Biraz kafa dağıtmak için gözlerini dışarıdaki manzaraya cevirdi. Gökyüzü daha önce hiç olmadığı kadar kızıldı. Güneşin batmaya yakınkenki kızıllığına bayılırdı aslında, fakat bu manzara karşısında tüyleri diken diken olmuştu nedense. Sanki… Sanki birazdan kıyamet kopacakmış gibi bir his uyandı içinde. Bir anda vücudunu bir titreme aldı. “Bu hava, bu kızıllık ve uyandığımdan beri yaşadığım bunca saçmalık gerçekten de hayra alamet değil” diye geçirdi içinden.

Tedirgin olduğu zamanlar burnuyla oynardı. İşte yine tedirgindi ve istemsizce burnuna götürdü elini. Biraz ovaladı ve eline vıcık vıcık bir sıvının bulaştığını hissetti. “Nezle mi oldum acaba?” diye düşündü ancak eline baktığında gördüğü şey, uyandığında kendini üstünde bulduğu kusmuktu!

27 Şubat, Öğlen 13:28

Dün gece barda tanıştığı adam, yerde, kendi kusmuğunun içinde yatmaktaydı. Ve nefes almıyordu. Muhtemelen ölmüştü. Genç kadın, olayın şokunu atlatır atlatmaz cep telefonuyla polisi aradı.

27 Şubat, Gece 03:14

– Sana yalvarıyorum, çok uzun sürmeyecek, söz veriyorum, lütfen!

– Benim senden farksız olduğumu mu düşünüyorsun şu anda acaba? Kör kütük sarhoşum oğlum anlasana! Resmen senden iki tane görüyorum ve kol kola gibi duruyorsunuz.

İkisi de deli gibi kahkaha atmaya başladılar. Adam, ayakta durmakta zorlanıyordu ve bu kahkahanın üzerine kadının üstüne çullandı. Kadın, adamı kenara itti ve yerden destek alarak koltuğa sırtını yasladı. Bir anda ciddileştiler:

– Tamam, çok uzun sürmeyecekse yazacağım, ama yorulursam bırakırım, çünkü gerçekten başım ağrımaya başladı.

– Söz veriyorum kısa olacak, en fazla bir sayfa sürer.

– Bir sayfa mı!?

– Uzun mu geldi?

– Dalga mı geçiyorsun?

– Sana yalvarıyorum diyorum, ilham geldiğinde bir şeyler yazmazsam kafayı yerim ve şu anda da tam havamdayım, neden anlamıyorsun?

– Tamam bir şartla yazarım o zaman, dedi kadın şımarıkça gülerek.

– Neymiş o şart?

– Yazarsam, tuvalette uyumayı kabul edeceksin.

Sarhoşluğun etkisiyle ikisi birden yeniden gülmeye başladılar. Adam fırsattan istifade kadına doğru meyletti. Bu sefer iyice yakınlaşmışlardı ki kadın bir anda adamı itti:

– Gevşeme de cevap ver, hadi!

– Sen ciddi misin? dedi genç adam, düştüğü yerden doğrulmaya çabalarken.

– Ya kabul edersin ya da havanı alırsın.

– Tamam be, kabul, amma uyuz çıktın. Neyse yaz hadi yaz.

27 Şubat, Akşam 22:57

Memurlar, yorucu günün ardından evlerine dönerken, yaşanan hazin olaya dair hazırlanan adli rapor sonuçlandı. Raporun, ertesi günkü gazetelerde yer almayacak olan satırlarından biri ise şu olacaktı:

“Biyolojik ölümün, saat 04:54’te gerçekleştiği tespit edilmiştir.”

Bu yazı 30/11/2014’te Uçurum Fikir Sanat’ta yayınlanmıştır.