Dışarıda çılgıncasına bir yağmur almış başını gidiyor. Sen yeni girmişsin evine, üstün başın sırılsıklam ve çıkarıyorsun ceketini, etrafı ıslatmadan asabilmek için. Sahi nereden çıktı bu sağanak tam da baharın ortasında. Neyse olur böyle şeyler, bazen ıslanmak lazım ki kuruluğun değeri anlaşılsın değil mi ama. Yorgunsun, ama keyifli bir yorgunluk. Arkadaşlarınla saatlerce oturup muhabbet etmişsin, en son ne zaman bu kadar uzun muhabbet ettiğini hatırlamıyorsun bile. O konuşulanlar ufak tefek hatırında hâlâ: Melahat’ın anneannesinin kedisi, Mustafa’nın işyerinde yaptığı şapşallık, Melih’in bu güzelim havada askeri bot giyinişi…
“Çocuk söylemişti işte bugün yağmur yağacak diye. Hepimiz dalga geçtik ama haklı çıktı vallahi” diye de düşünmeye başladın hemen. Neyse biraz yalnızlığın tadını çıkarma vakti şimdi, bunları düşünmenin alemi yok: Oturalım, bi cips patlatalım, Netflix’ten en sevdiğimiz dizinin bilmemkaçıncı kez izlenmiş bölümünü tekrar açalım, uykumuz gelene kadar dizi keyfi… Tam salona girerken pat! Her yer kapkaranlık. Hayda, niye kesildi şimdi elektrikler. Hemen BEDAŞ’ı aramalı, en azından ne kadar sürecekmiş bu kesinti öğrenmeli diye düşünmektesin.
Sonra bir sessizlik. Uzunca bir sessizlik… Çıt yok denir ya, o cinsten. Ortalık kapkaranlık. Bir anda geçmişe gider aklın. Eskiden, hani çocukken, ne güzeldi elektriğin kesilmesi. Annen korkmayasınız kardeşlerinle diye hemen bir mum yakardı. Siz -birazcık da yalandan- korkmuş gibi yapardınız. Annen ya bir masal uydurur veya kendi çocukluğundan bir şeyler anlatırdı usul usul. Siz de uslu uslu dinlerdiniz. Dışarıdan geçen arabalar izlenirdi camdan. Saatler böyle geçerdi, birden beklenmedik bir anda elektrikler geliverirdi de, keşke gelmeseydi derdin içinde. Ya şimdi? Hemen telefona sarılıp BEDAŞ’ı mı arayacaksın. “Aramıyorum!” dedin kendi kendine. “Sanki çok önemli bir işim mi var. İsterse yatana kadar gelmesin elektrikler.”
Telefonun fenerini açıp salona girdin. Ambiyans otursun diye sırf süs olsuna aldığın mumlardan birini yakıp telefonun fenerini kapattın. Kuruldun koltuğa sakince ve camdan dışarıyı izlemeye koyuldun. Tüm mahalle karanlıklara gömülü. Evlerin camlarında hiç ışık yok. Birkaç araba gelip geçiyor arada bir ama tenha yine de, saat geç tabi. “Telefondan dizi açıp da izlesem mi?” diye geçiriyorsun aklından. Neden sonra “Saçmala, biraz da canın sıkılsın, sıkı can iyidir” demek geçiyor içinden. Sıkı can iyidir. Bu da annenin lafıydı ya. Sen ne zaman “Anne canım sıkıldı!” diye yanına koşsan sana direkt yapıştırırdı cevabı, diyecek sözün kalmaz olurdu. Bazı şeylerin değeri de elden gidince anlaşılıyor işte. Anne gibi. Ah annem!
Sen cama bakakalmış hayallerin peşinde koşarken tık, holün ışığı açılıverir. “Tüh be!” diye geçirirsin içinden çocukken olduğu gibi. Oysa daha yeni girmiştin moduna. Sonra o fikir gelir aklına. “Yok ya saçma” diyecek olsan da içinden, bunu yapmak istediğin aşikardır. Kalkar, holün ışığını kapatır, tekrar koltuğuna dönersin. Şimdi camdan bakınca evlerin camlarında ışıklar yandığı görünür ama olsun, sen anı yaşıyorsun, bu daha değerli değil mi. Hep bi’ şeylerle oyalanacak değilsin ya, biraz da ha böyle oturuver, n’olacak? Hem ne diyordu annen: Sıkı can iyidir. İyidir valla annecim, keşke senle birlikte sıkılmayı da becerebilseydim.